Loading...
Bir Resim Bin KelimeProje Kitabımız
Loading...
MEKTUP
Hafif aralık olan perdenin arasından süzülen sabah ışıklarıyla gözlerini ovuşturdu. Gözlerini yavaşça açarak küçük sade odasında bir kez daha göz gezdirdi, her zaman olduğu gibi. Aklından biraz daha uyumak geçse de yapılacak olan işlerin çokluğu onu yataktan kaldırmaya yetmişti. Yatağın hemen yanında duran krem rengi çokta rahat olmayan terliklerini giydi. İstanbul’da soğuk havanın şakası olmazdı. O yüzden ayakları sıcak tutmak en önemlisiydi. Terliklerini giydikten sonra yatağının karşısında duran ve neredeyse odasının yarısını kaplayan eskimiş, küçük ve hafif bir darbeyle her an kırılabilecek gibi olan dolabın kapağını gıcırdamaması için yavaşça açtı. Kalın bir hırka alıp bir çırpıda üzerine geçirdi. Fazla oyalandığını fark ederek koşar adım odadan çıktı. Önce yüzünü yıkamak için alt kattaki sadece kendine ait olan banyoya girdi. Yüzünü yıkadıktan sonra tarağı alıp omzunun üstünde biten, yıpranmış ama aynı zamanda da sanki yıllara meydan okuyormuşçasına güçlü kalan saçlarını yavaşça taradı. Bir an için aynada kendine baktı. Gözaltları neredeyse bir patlıcan kadar mor, dudakları kurumuş olan bir dere gibiydi. Kendine üzülmeye bile vakti olmadığını bildiğinden yavaşça tarağı bırakıp banyodan çıktı. Önce mutfağa giderek kahvaltı için işe koyuldu. Tüm sofrayı hazırlamıştı ki son anda aklına Beyefendinin ilacını unuttuğu geldi. Hızlıca merdivenlere yönelip yukarı çıkacaktı ki Beyefendi merdiven başında kar gibi beyazlamış kaşlarıyla hafif çatık bir şekilde kendisine bakıyordu. Hemen koşarak beyefendinin koluna girdi ve yavaş adımlarla aşağı indiler.
Hafif aralık olan perdenin arasından süzülen sabah ışıklarıyla gözlerini ovuşturdu. Gözlerini yavaşça açarak küçük sade odasında bir kez daha göz gezdirdi, her zaman olduğu gibi. Aklından biraz daha uyumak geçse de yapılacak olan işlerin çokluğu onu yataktan kaldırmaya yetmişti. Yatağın hemen yanında duran krem rengi çokta rahat olmayan terliklerini giydi. İstanbul’da soğuk havanın şakası olmazdı. O yüzden ayakları sıcak tutmak en önemlisiydi. Terliklerini giydikten sonra yatağının karşısında duran ve neredeyse odasının yarısını kaplayan eskimiş, küçük ve hafif bir darbeyle her an kırılabilecek gibi olan dolabın kapağını gıcırdamaması için yavaşça açtı. Kalın bir hırka alıp bir çırpıda üzerine geçirdi. Fazla oyalandığını fark ederek koşar adım odadan çıktı. Önce yüzünü yıkamak için alt kattaki sadece kendine ait olan banyoya girdi. Yüzünü yıkadıktan sonra tarağı alıp omzunun üstünde biten, yıpranmış ama aynı zamanda da sanki yıllara meydan okuyormuşçasına güçlü kalan saçlarını yavaşça taradı. Bir an için aynada kendine baktı. Gözaltları neredeyse bir patlıcan kadar mor, dudakları kurumuş olan bir dere gibiydi. Kendine üzülmeye bile vakti olmadığını bildiğinden yavaşça tarağı bırakıp banyodan çıktı. Önce mutfağa giderek kahvaltı için işe koyuldu. Tüm sofrayı hazırlamıştı ki son anda aklına Beyefendinin ilacını unuttuğu geldi. Hızlıca merdivenlere yönelip yukarı çıkacaktı ki Beyefendi merdiven başında kar gibi beyazlamış kaşlarıyla hafif çatık bir şekilde kendisine bakıyordu. Hemen koşarak beyefendinin koluna girdi ve yavaş adımlarla aşağı indiler.
MEKTUP
Hafif aralık olan perdenin arasından süzülen sabah ışıklarıyla gözlerini ovuşturdu. Gözlerini yavaşça açarak küçük sade odasında bir kez daha göz gezdirdi, her zaman olduğu gibi. Aklından biraz daha uyumak geçse de yapılacak olan işlerin çokluğu onu yataktan kaldırmaya yetmişti. Yatağın hemen yanında duran krem rengi çokta rahat olmayan terliklerini giydi. İstanbul’da soğuk havanın şakası olmazdı. O yüzden ayakları sıcak tutmak en önemlisiydi. Terliklerini giydikten sonra yatağının karşısında duran ve neredeyse odasının yarısını kaplayan eskimiş, küçük ve hafif bir darbeyle her an kırılabilecek gibi olan dolabın kapağını gıcırdamaması için yavaşça açtı. Kalın bir hırka alıp bir çırpıda üzerine geçirdi. Fazla oyalandığını fark ederek koşar adım odadan çıktı. Önce yüzünü yıkamak için alt kattaki sadece kendine ait olan banyoya girdi. Yüzünü yıkadıktan sonra tarağı alıp omzunun üstünde biten, yıpranmış ama aynı zamanda da sanki yıllara meydan okuyormuşçasına güçlü kalan saçlarını yavaşça taradı. Bir an için aynada kendine baktı. Gözaltları neredeyse bir patlıcan kadar mor, dudakları kurumuş olan bir dere gibiydi. Kendine üzülmeye bile vakti olmadığını bildiğinden yavaşça tarağı bırakıp banyodan çıktı. Önce mutfağa giderek kahvaltı için işe koyuldu. Tüm sofrayı hazırlamıştı ki son anda aklına Beyefendinin ilacını unuttuğu geldi. Hızlıca merdivenlere yönelip yukarı çıkacaktı ki Beyefendi merdiven başında kar gibi beyazlamış kaşlarıyla hafif çatık bir şekilde kendisine bakıyordu. Hemen koşarak beyefendinin koluna girdi ve yavaş adımlarla aşağı indiler.
Hafif aralık olan perdenin arasından süzülen sabah ışıklarıyla gözlerini ovuşturdu. Gözlerini yavaşça açarak küçük sade odasında bir kez daha göz gezdirdi, her zaman olduğu gibi. Aklından biraz daha uyumak geçse de yapılacak olan işlerin çokluğu onu yataktan kaldırmaya yetmişti. Yatağın hemen yanında duran krem rengi çokta rahat olmayan terliklerini giydi. İstanbul’da soğuk havanın şakası olmazdı. O yüzden ayakları sıcak tutmak en önemlisiydi. Terliklerini giydikten sonra yatağının karşısında duran ve neredeyse odasının yarısını kaplayan eskimiş, küçük ve hafif bir darbeyle her an kırılabilecek gibi olan dolabın kapağını gıcırdamaması için yavaşça açtı. Kalın bir hırka alıp bir çırpıda üzerine geçirdi. Fazla oyalandığını fark ederek koşar adım odadan çıktı. Önce yüzünü yıkamak için alt kattaki sadece kendine ait olan banyoya girdi. Yüzünü yıkadıktan sonra tarağı alıp omzunun üstünde biten, yıpranmış ama aynı zamanda da sanki yıllara meydan okuyormuşçasına güçlü kalan saçlarını yavaşça taradı. Bir an için aynada kendine baktı. Gözaltları neredeyse bir patlıcan kadar mor, dudakları kurumuş olan bir dere gibiydi. Kendine üzülmeye bile vakti olmadığını bildiğinden yavaşça tarağı bırakıp banyodan çıktı. Önce mutfağa giderek kahvaltı için işe koyuldu. Tüm sofrayı hazırlamıştı ki son anda aklına Beyefendinin ilacını unuttuğu geldi. Hızlıca merdivenlere yönelip yukarı çıkacaktı ki Beyefendi merdiven başında kar gibi beyazlamış kaşlarıyla hafif çatık bir şekilde kendisine bakıyordu. Hemen koşarak beyefendinin koluna girdi ve yavaş adımlarla aşağı indiler.
Güzel bir kahvaltının ardından bir çırpıda sofrayı toplamıştı bile. Bu ev, bu evin işleri, Beyefendinin bakımı ona hiç zor gelmiyordu. Yorulmak bir yana keyifle yapıyordu tüm bu işleri. Ama yine de yılların acısı ve hüznü içinden hiç gitmemişti. Daha 16 yaşındayken annesini kaybetmiş, babası tarafından da terk edilmişti. Bu hayatı hep tek başına öğrenmeye çalışmış fakat onun kadar iyi olmayan insanlar hayatını çok yaralamıştı. Bir kere evlenmiş, dünyalar güzeli bir oğlu olmuştu. Daha çocuğuna bile doyamadan kocası oğlunu da alıp gitmişti. Yıllarca aramasına rağmen tek bir iz bile bulamadı. Bunca hüznün arasında, yirmili yaşlarda el oyalarını sattığı minik tezgahının başında belirip gölge yapan iri cüsseli adam onu tekrar hayata bağlamıştı. Beyefendinin ona uzattığı yardım elini tutup yeni hayatına gülümseyerek başlamıştı. Şimdi ise 48 yaşında genç ve güzel denebilecek bir hanımdı. İçeriden gelen Beyefendinin sesiyle irkilip düşüncelerinden sıyrıldı. Hemen koşup istediği suyu verdi. Beyefendi istediği olmayınca çok huysuz fakat dünyanın en merhametli insanıydı. Bugün ayrı bir sevinçliydi. Almanya da oturan tek oğlu bugün Beyefendinin, babasının yanına gelecekti. Beyefendi belli etmese de içten içe yaşadığı sevinci gözlerinden bile anlaşılıyordu. Oğlu çok sık gelmez çok fazla da aramazdı. Ama babasının hastalığını öğrenmesi onun en önemli toplantılarını iptal edip bahaneler uydurmadan bir çırpıda Kanada’ya gelmeye ikna etmişti.
Aradan bir gün geçmiş Beyefendinin heyecanı iyice artmıştı. Oğlu bir saat sonra burada, yanında olacaktı. Telaşla geçen saatin ardından çalınan kapı Beyefendinin zaten her an gidecekmiş gibi olan yüreğini hoplatmaya yetmişti. Kapının açılmasıyla Beyefendi yerinden zar zor kalkmış, eskiden iri ve güçlü fakat şimdi çökmüş olan cüssesiyle oğluna sıkıca sarıldı. Sanki öleceğini biliyormuş da son kez sarıldığının farkındaymış gibi hiç kıpırdamadan sarılmaya devam etti.
Aradan bir gün geçmiş Beyefendinin heyecanı iyice artmıştı. Oğlu bir saat sonra burada, yanında olacaktı. Telaşla geçen saatin ardından çalınan kapı Beyefendinin zaten her an gidecekmiş gibi olan yüreğini hoplatmaya yetmişti. Kapının açılmasıyla Beyefendi yerinden zar zor kalkmış, eskiden iri ve güçlü fakat şimdi çökmüş olan cüssesiyle oğluna sıkıca sarıldı. Sanki öleceğini biliyormuş da son kez sarıldığının farkındaymış gibi hiç kıpırdamadan sarılmaya devam etti.
Güzel bir kahvaltının ardından bir çırpıda sofrayı toplamıştı bile. Bu ev, bu evin işleri, Beyefendinin bakımı ona hiç zor gelmiyordu. Yorulmak bir yana keyifle yapıyordu tüm bu işleri. Ama yine de yılların acısı ve hüznü içinden hiç gitmemişti. Daha 16 yaşındayken annesini kaybetmiş, babası tarafından da terk edilmişti. Bu hayatı hep tek başına öğrenmeye çalışmış fakat onun kadar iyi olmayan insanlar hayatını çok yaralamıştı. Bir kere evlenmiş, dünyalar güzeli bir oğlu olmuştu. Daha çocuğuna bile doyamadan kocası oğlunu da alıp gitmişti. Yıllarca aramasına rağmen tek bir iz bile bulamadı. Bunca hüznün arasında, yirmili yaşlarda el oyalarını sattığı minik tezgahının başında belirip gölge yapan iri cüsseli adam onu tekrar hayata bağlamıştı. Beyefendinin ona uzattığı yardım elini tutup yeni hayatına gülümseyerek başlamıştı. Şimdi ise 48 yaşında genç ve güzel denebilecek bir hanımdı. İçeriden gelen Beyefendinin sesiyle irkilip düşüncelerinden sıyrıldı. Hemen koşup istediği suyu verdi. Beyefendi istediği olmayınca çok huysuz fakat dünyanın en merhametli insanıydı. Bugün ayrı bir sevinçliydi. Almanya da oturan tek oğlu bugün Beyefendinin, babasının yanına gelecekti. Beyefendi belli etmese de içten içe yaşadığı sevinci gözlerinden bile anlaşılıyordu. Oğlu çok sık gelmez çok fazla da aramazdı. Ama babasının hastalığını öğrenmesi onun en önemli toplantılarını iptal edip bahaneler uydurmadan bir çırpıda Kanada’ya gelmeye ikna etmişti.
Aradan bir gün geçmiş Beyefendinin heyecanı iyice artmıştı. Oğlu bir saat sonra burada, yanında olacaktı. Telaşla geçen saatin ardından çalınan kapı Beyefendinin zaten her an gidecekmiş gibi olan yüreğini hoplatmaya yetmişti. Kapının açılmasıyla Beyefendi yerinden zar zor kalkmış, eskiden iri ve güçlü fakat şimdi çökmüş olan cüssesiyle oğluna sıkıca sarıldı. Sanki öleceğini biliyormuş da son kez sarıldığının farkındaymış gibi hiç kıpırdamadan sarılmaya devam etti.
Aradan bir gün geçmiş Beyefendinin heyecanı iyice artmıştı. Oğlu bir saat sonra burada, yanında olacaktı. Telaşla geçen saatin ardından çalınan kapı Beyefendinin zaten her an gidecekmiş gibi olan yüreğini hoplatmaya yetmişti. Kapının açılmasıyla Beyefendi yerinden zar zor kalkmış, eskiden iri ve güçlü fakat şimdi çökmüş olan cüssesiyle oğluna sıkıca sarıldı. Sanki öleceğini biliyormuş da son kez sarıldığının farkındaymış gibi hiç kıpırdamadan sarılmaya devam etti.
Gerçekten son olan o sarılma herkesin kalbini hüzünle doldurmuştu. Beyefendinin sarsıcı ölümü sevenlerini gözyaşlarına boğarken oğlu ise bir o kadar soğukkanlıydı. Kadın bu soğukkanlılığın sebebini merak etse de belki üzüntüsünü böyle yaşıyordur diyerek sesini çıkarmadı. Cenaze, taziyeye gelenler derken bir hafta çoktan geçmişti bile. Beyefendinin oğlunun ağzını o süre boyunca bıçak açmamıştı. Kadın bilmiyordu belki ama oğlunun içinde ne fırtınalar kopuyordu. Babası ölmeden önce verdiği tek bir mektupla çocuğunun hayatını paramparça etmişti.
Mektupta yazanlar ise şöyleydi;
Sevgili oğlum,
Öncelikle seni çok sevdiğimi bilmeni isterim. Biliyorum, seni çok seviyor olmam biraz sonra söyleyeceklerimin hiçbirini affettirmeyecek. Oğlum, ben gençtim, merhametliydim henüz kırklı yaşlarımın başındaydım. O dönemlerde şirketimizin popülerliği artmış zenginliği tam anlamıyla bulmuştum. Bilindikte bir adamdım. Anlarsın ya, biraz yer altı işlerimde vardı. Neyse sözü fazla uzatmayayım. Bir gün arkadaşlarla her zaman gittiğimiz sahil kenarındaki mütevazı çaycıda oturuyordum. Eli yüzü kir içinde yarı topal bir adam kucağında minicik bir çocukla yanıma geldi. Yani seninle. Evet oğlum, baban seni bana vermişti. Durumunuzun çok kötü olduğunu, sana bakabilecek imkanlarının olmadığını söylemişti. Benim de merhametime güvenerek seni bana verdi. Ne yapacağımı bilemedim. Evlenmemiştim. Çocuk nasıl bakılır, şimdi sana kim annelik yapar bilemiyordum. Anneni bulmam lazımdı. Çok aradım, sordum. Bir yılın sonunda minik bir pazarda iğne oyası yaparken buldum anneni. Gençti, çok genç. Ama bir o kadar da yorgun. Yanına gidip hikayesini dinledim. Kocası oğlunu da alıp gitmiş bir başına kimsesiz kalmıştı. Benim artık yaşlılığa ilerlediğimi, bana bakacak kimsemin olmadığını söyledim. Önce biraz çekinse de daha iyi bir seçeneği olmadığından kabul etti.
Mektupta yazanlar ise şöyleydi;
Sevgili oğlum,
Öncelikle seni çok sevdiğimi bilmeni isterim. Biliyorum, seni çok seviyor olmam biraz sonra söyleyeceklerimin hiçbirini affettirmeyecek. Oğlum, ben gençtim, merhametliydim henüz kırklı yaşlarımın başındaydım. O dönemlerde şirketimizin popülerliği artmış zenginliği tam anlamıyla bulmuştum. Bilindikte bir adamdım. Anlarsın ya, biraz yer altı işlerimde vardı. Neyse sözü fazla uzatmayayım. Bir gün arkadaşlarla her zaman gittiğimiz sahil kenarındaki mütevazı çaycıda oturuyordum. Eli yüzü kir içinde yarı topal bir adam kucağında minicik bir çocukla yanıma geldi. Yani seninle. Evet oğlum, baban seni bana vermişti. Durumunuzun çok kötü olduğunu, sana bakabilecek imkanlarının olmadığını söylemişti. Benim de merhametime güvenerek seni bana verdi. Ne yapacağımı bilemedim. Evlenmemiştim. Çocuk nasıl bakılır, şimdi sana kim annelik yapar bilemiyordum. Anneni bulmam lazımdı. Çok aradım, sordum. Bir yılın sonunda minik bir pazarda iğne oyası yaparken buldum anneni. Gençti, çok genç. Ama bir o kadar da yorgun. Yanına gidip hikayesini dinledim. Kocası oğlunu da alıp gitmiş bir başına kimsesiz kalmıştı. Benim artık yaşlılığa ilerlediğimi, bana bakacak kimsemin olmadığını söyledim. Önce biraz çekinse de daha iyi bir seçeneği olmadığından kabul etti.